Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının birinci cildi 266. mektupta buyuruyor ki: Allahü teâlâ, Peygamberimiz Muhammed aleyhissalâtü vesselâma da sebeplere yapışmasını emir ediyor. Enfâl sûresi, altmışdördüncü âyetinde mealen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana, Allahü teâlâ ve müminlerden sana tâbi olanlar yetişir!) buyuruldu.
Sebeplerin tesirine gelince, Allahü teâlâ, sebeplerde bazen tesir, yani iş yapabilecek kuvvet de yaratıyor. O işi hâsıl ediyorlar. Bazen da, aynı sebeplerde, bu tesiri yaratmıyor. O işi yapamıyorlar. Bu hâli herkes her zaman görmektedir. Aynı sebeplerin, aynı işi, bazen meydana getirdiğini, bazen da, işi yapamadığını hepimiz görmekteyiz. Sebeplerde, tesir yoktur demek, tecrübeleri, hâdiseleri körü körüne inkâr etmektir. Tesirine inanmalı. Fakat, sebeplerdeki bu tesirlerin de, kendileri gibi, Allahü teâlânın yaratması ile, vücuda geldiğini bilmelidir. Bu fakirin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu meseledeki sözü, işte böyledir. Demek ki, sebeplere yapışmak, tevekküle, [Allahü teâlâya güvenmeğe] mâni değildir. Aksini tasavvuf yolunda yürüyen ve henüz ilerlememiş olan sôfiler söyler. Hâlbuki sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir. Ya’kûb “aleyhisselâm”, hem sebeplere yapıştı, hem de Allahü teâlâya tevekkül etti. [Ciğerler genişleyince, temiz hava içeri giriyor. Daralınca, kirli hava dışarı çıkıyor. Bu hâl, her dakika devam ederek, yaşayabiliyoruz. Ciğerleri hareket ettiren kuvvet sahibinin ve havadaki yüzde yetmişsekiz azot ve yüzde yirmibir oksijen miktarının hiç değişmediğini gören akıl sahipleri, Allahü teâlânın varlığını hemen anlar. Bu yaratıcı, var olduğunu haber de veriyor. İnanmayanı sonsuz yakacağım diyor.] (Mektûbât Tercemesi s. 361)
***
Sual: (Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir cisim içine işlemez. Hiçbir şey Ona hulûl etmez. Fakat, Allahü teâlâ, her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır ve her şeye yakındır ve her şeyle beraberdir.) buyruluyor. Bunlar ne demektir ve nasıl anlamak gerekir?
Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının birinci cildi 266. mektupta buyuruyor ki: Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez. Hiçbir cisim içine işlemez. Hiçbir şey Ona hulûl etmez. Fakat, Allahü teâlâ, her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır ve her şeye yakındır ve her şeyle beraberdir. Fakat, bizim alıştığımız ve anladığımız ihata, kurb ve maiyet gibi değildir. Bunlar, Ona lâyık değildir. Evliyanın keşif ile, müşahede ile anladığı, ihata, kurb ve maiyet de, Ona lâyık değildir. Zira, zavallı mahlûkların hiçbiri, Onu ve sıfatlarını ve fiillerini anlayamaz, bilemez. Anlamadan inanmak lâzımdır. Allahü teâlânın, her şeyi ihata ettiğine ve her şeye yakın olduğuna ve her şey ile beraber olduğuna inanırız. Fakat, bu ihata, kurb ve maiyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihata etmiştir, ilmi yakındır) demek, Kur’ân-ı kerimin açık olan manasını çevirmek demektir. Biz, böyle manalar vermeği doğru bulmuyoruz.
Allahü teâlâ, hiçbir şey ile ittihat etmez, birleşmez. Hiçbir şey de, Onunla birleşmez. Tasavvuf büyüklerinden, ittihat manası anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemiştir. Meselâ, (Fakirlik tamam olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Her şey yoktur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakir, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zalimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstadım buyurmuştu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün manası, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demektir. [İslâmiyete uyanların böyle sözlerine hüsn-i zan olunur. Tevil edilir.]
Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fillerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, her şeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fillerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) yani Allahü teâlânın, bu mevcudatı var etmesi, beş derecede olmuştur demeleri, Onda değişiklik yapacak manada değildir. Bu mana ile söyleyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhurunda, meydana çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fillerinde bir değişiklik olmuyor. (Mektûbât Tercemesi s. 354)
***
Sual: İslâm âlimlerinin felesofların tesiri altında kaldığını söyleyenler oluyor. Böyle söylemek doğru olur mu?
Cevap: İmam-ı Rabbani hazretleri Mektûbât kitabının birinci cildi 266. mektupta buyuruyor ki: Cenâb-ı Hakka şükürler olsun ki, bizleri aklın dar çerçevesi içinde bırakmayıp, doğru yola çıkardı. Eğer Peygamberleri ile “aleyhimüssalevâtü vesselâm” doğru yolu göstermeseydi, biz de o zavallılar gibi aklın ermediği şeylerde, zan ettiklerimize inanacak ve helâk olacaktık.
[İmâm-ı Muhammed Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok İslâm büyükleri, eski Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar cahil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kâfirleri beğenmemelerini, onlara aldanmamalarını, birçok kitaplarında yazmışlardır.
O hâlde kâfirlerin, (İslâm âlimleri, tasavvuf adamları, eski Yunan felesoflarının, Batlemyus mektebinin tesiri altında kalmış) demeleri tamamen yanlıştır. İslâm âlimlerini, onların talebesi ve taklitçisi şekline sokarak, bunları küçültmek için yapılan, iftiralardır. Hâlbuki İslâm âlimleri, eski Yunan ve Roma felsefelerini çürüterek, yere sermiş, onların hukuk, ahlâk ve tıp üzerindeki sözlerinden doğru olanların, eski Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitaplarından çalma olduklarını bildirmişlerdir. Sôfiyye-i aliyyenin, tasavvufa ait sözleri, cahillerin sandıkları gibi, kitaptan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklid ile değil, keşif ile yani mübarek kalplerine, temiz ruhlarına akıp gelmekle anladıkları marifetlerdir.
Eski Yunan felsefecileri, her şeyi akıl ile anlamağa, akla uydurmağa kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilirler ise de, aklın kavrayamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmakta, birbirlerini beğenmemektedirler. İslâm âlimleri ise, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyarak ve İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalplerini ve nefislerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. İslâm âlimlerine felesof demek, bunları küçültmek olur. Eski Yunan felsefecileri, yanılıcı olan aklın esiri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecrübe etmeyip, akıl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehimlerine kapıldıkları zamanlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar İslâm âlimi gibi yüksek olamaz.] (Mektûbât Tercemesi s. 358)