Cevap: Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısımdır: Biri hijyen, yani sıhhati korumak. İkincisi, terapötik, yani hastaları, iyi etmektir. Bunlardan birincisi başta gelmektedir. İnsanları hastalıktan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazifesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, arızalı, çürük kalır. İşte İslâmiyet, tababetin birinci vazifesini, hijyeni garanti etmiş, teminat altına almıştır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci kısımda, Kur’ân-ı kerimin, tıbbın iki kısmını da teşvik buyurduğu, âyet-i kerimeler gösterilerek ispat edilmektedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rum imparatoru Herakliüs ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Her iki tarafın sözlerini, mektuplarını, kitaplarda okuyoruz. (Mevâhib-i ledünniyye) tercümesi, ikiyüzotuzsekizinci [238] sahifesinde mektupların aslı da var.
Bir defa, Herakliüs birkaç hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki, (Efendim! İmparator hazretleri, beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım!). Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kabul buyurdu. Emir eyledi, bir ev verdiler. Her gün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir Müslüman, doktora gelmedi.
Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, rahat ettim. Artık gideyim) diye izin isteyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” tebessüm buyurdu. (Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikram etmek, Müslümanların başta gelen vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar!) dedi. Görülüyor ki, Müslüman, yani İslâmiyetin emirlerine uyan, hastalık çekmez. Müslümanlardan hastalık çekenler, emirleri öğrenmeyenler ve yapmayanlardır. Evet, ölüm hastalığı herkese gelecektir. Bu hastalık müminlere bir nimettir. Ahiret yolculuğunun habercisidir. Hazırlanmak, tevbe, vasiyet etmek için, alarm işaretidir. Cenâb-ı Hak, çeşitli hastalıkları, ölüme sebep kılmıştır. Eceli gelen, bir hastalığa yakalanacaktır:
Ecel geldi cihana, baş ağrısı bahane.
Ahkâm-ı İslâmiyeye uyan, yani İslâmiyetin gösterdiği yolda giden kimsenin hayatı hastalıkla geçmez. Fakat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günah işleyebilir. Cenâb-ı Hak, günah işleyen Müslümanları, illet, kıllet veya zilletle ikaz etmekte, gafletten uyandırmaktadır. (Tam İlmihal s. 1045)
***
Sual: Zekâtını veren kimse, sahip olduğu malın kendisine vereceği zarardan kurtulur mu?
Cevap: İslâmın beş şartından biri, malın zekâtını vermektir. Zekât vermek, elbette lazımdır. Zekâtı seve seve ve İslâmiyetin emrettiği kimselere vermelidir. Haşr suresinin 9. âyet-i kerimesinde mealen;
(Zekâtını veren, elbette kurtulacaktır) buyuruldu.
Bütün nimetlerin, malların hakiki sahibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği nimetlerin kırkta birini, Müslümanların fakirlerine vermelerini, buna karşılık, çok sevap, kat kat mükafat vereceğini ve;
(Zekâtı verilen malı elbette arttırırım ve hayırlı yerlerde kullanmanızı nasip ederim. Zekâtı verilmeyen malı, dert, bela ile istemeyerek harcettiririm, elinizden alır, düşmanlarınıza veririm, siz de bu hali görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz!) buyurup da, bu kadar az bir şeyi, bir din kardeşine vermemek, ne büyük insafsızlık ve inatçılık olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Resûlullah efendimize uymak şerefine kavuşmak için, dünyada olan her şeyden yüz çevirmek lazım olmaz. Böyle yapmak çok zor olur. Eğer, farz olan zekât verilirse, dünya mallarının hepsi terk edilmiş demek olur. Böylece insan dünyanın zararından kurtulmuş olur. Çünkü bir malın zekâtı verilince, o mal zarardan kurtulur. Demek ki, dünya malını zarardan korumak için ilaç, o malın zekâtını vermektir. Malın hepsini Allah yolunda vermek, elbette daha iyi ve faydalı ise de, zekâtını ayırıp, yerine vermek de, bu işi görmektedir.”
Altın, gümüş eşyanın, çayırda otlayan hayvanların, ticaret eşyasının zekâtını ve topraktan alınan mahsullerin uşrunu da, muhakkak vermek lazımdır. Zekâtı, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Bir kimse, helalden kazandığı hâlde, malının zekâtını vermezse, ahirette azap görmesine sebep olur. Hadîs-i şerifte;
(Altına ve gümüşe köle olana lanet olsun!) buyuruldu.
Malını seven bir kimse, niçin başkalarına bırakıp gitmektedir. İnsan, malının hepsini veremezse, hiç olmazsa kendini de, bir vâris yerine koyup, hissesini ahiret yolunda harcamalı veya zekâtını verip azaptan kurtulmalıdır. Abdullah-i Ensârî hazretlerinin buyuruyor ki:
“Malı seviyorsan, yerine sarfet de, sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de, yok olsun!”